“…o ise yaşamın kendisine karşı özel bir hoşgörüsü olmalıymışçasına,bekleyişini kararlı bir biçimde sürdürmüştü”Kitaptan
Drogo’nun hemen çekip gidebilecekken, alışkanlığın beklemeye, beklemenin alışmaya bağlandığı kısır döngünün içine kendini hapsetmesinin; alışkanlıklarını ve içinde bulunduğu monotonluğu kendisine kabul ettirebilmek için beklemeye değecek muazzamlıkta, uydurulmuş bir savaş beklentisi içerisinde bulunmasının sadece Drogo’ya has olmadığı, her insanın aslında birer Teğmen Giovanni Drogo olduğunun yüzümüze vurulduğu, insanın yazgısından kaçamamakla birlikte, yanılgılarından da çoğunlukla kaçamadığının zihnimize çakıldığı bir kitap bu. Sıradanlığın, beklentilerin, hayallerin veya kendini kandırmanın sınırlarında bu kadar sakin bir şekilde gezilebileceğine ihtimal dahi vermiyordum. Ancak Kafka’dan beri böylesine sarsıldığımı pek hatırlamıyorum doğrusu. Buna karşın Kafka’nın üslubuna göre çok daha basit ifadelerle, basit bir anlatımla; tabiri caizse tereyağından kıl çeker gibi içine çekip, posanızı bir köşeye bırakıyor. O kadar ki nasıl Drogo Bastiani Kalesi’ne saplanıp kaldıysa, sizde bu kitaba saplanıp kalıyorsunuz. Çok sürükleyici olmayan, sıradan bir anlatıma sahip, bir hamle sonrasının değişmediği, Drogo dışında hiçbir karaktere dair enli boylu bilgi sahibi olmadığınız, sakin bir şekilde akan bir ırmağı izlemek gibi kitap. Lakin merak ettiriyor. Drogo’nun hayatının farklı bir yola girmesine sebebiyet vereceğine inandığı Tatar saldırısını beklediği gibi, sizde kitapta bir an önce bu saldırının gerçekleşmesini bekliyorsunuz. Nasıl Drogo saldırıdan ümidini kesmişse, sizde artık kitapta bir saldırı olmayacağına inanmış halde buluyorsunuz kendinizi. İşte tam o zaman saldırı oluyor. Buzzati okuyucuyu öyle bir ritmle çekiyor ki kitabın dibine; ana karakter ile kendinizi özdeşleştirdiğinizi, onun kale, sizin ise kitap üzerinden paralel bir şekilde ilerlettiğiniz hayatlarınızı ve beklentilerinizi hem kurgunun içinde alegorik olarak anlatıyor, hem de kitaba karşı duymanızı istediği duyguları yaşayıp kitap üzerinden ayrı bir alegori ile vurucu bir şok yaşıyorsunuz. O yüzdendir ki, kitabı okurken değil; ama kitabın kapağını kapattığınızda, yenilginizin büyüklüğünün farkına varıyorsunuz. Size ömrünüz boyunca pek nadir karşılaşabileceğiniz bir fırsat vermekle birlikte, hayatınızın bu zamana kadar “bir şeyler olacak” beklentisiyle çürüttüğünüz yıllarına o kadar çok hayıflandırıyor ki, kendinizi başka bir Bastiani Kalesinin içine kapatmamanız an meselesi oluyor.
Kitapta “hayatı bir şeyleri bekleyerek ıskalamazsanız, her şey güzel olacak” dediğine inanmıyorum. Buzzati’nin gayet net ve basit bir şekilde herkes için geçerli bir sefalet resmi çizdiğine inanıyorum. Zira hayatı bir şeyleri beklemeden ıskalamamalıyım diyen bir adamın içine girdiği beklenti, kuzeyden gelecek askerin beklenmesinden daha farklı değil. Yazar sadece hayatlarımızın aynı anda hem yok, hem de var olduğunu anlatıyor. Bunu yaparken insanı kedere gark ediyor, “bir şeyleri kaçırdım”, “hayat elimden gitti”, “ah gençliğim” cümlelerini kurduruyor, lakin bir şeyleri kaçırmadan hayatını yaşadığına inanabilenlerin pek göremediği üzeri örtülü bir gerçeği de yüzümüze vuruyor aslında. O da herkesin farklı kalelerde, farklı çöllere karşı bakarken, farklı sınırlardan düşmanlar bekleyen Teğmen Drogo’lardan müteşekkil olduğu. Varoluşçu yazarlar arasında Camus ve Kafka kadar beni etkilemesinin yanı sıra, Buzzati’yi farklı kılanın işte bu mesaj olduğuna inanıyorum. Zira Camus ve Kafka’nın farklı anlatımlarında, karakterleri vasıtasıyla verilen mesajlar, “bu şekilde davranırsan, hayatın zindan olur” yani “aksi şekilde davranırsan bir umut vardır” minvalinde. Oysa Buzzati, üstelik çok boğmadan, hırpalamadan, sade bir şekilde “ne yaparsan yap, bu yazgıdır ve bundan kaçabilmenin yolu yoktur” diyor. Yazar açık bir şekilde sadece farkında olmanızı sağlıyor. Size bu durumdan kurtulabilecek bir reçete sunmuyor. Hayatı kaçırmadığını iddia ediyorsan bile çoktan kaçırmış olduğunu yüzüne vuruyor. Tatar Çölü’nün; Bastiani Kalesinin surları dibinde olduğunu değil, zihnimizin en büyük kara deliğinin bizzat kendisi olduğunu gösteriyor. Dünyaya karşı, kendisinin önemli olduğunu vurgulamak isteyen tüm egoları, paramparça edecek cümleler sokuyor zihnimize. Hayatlarımıza ve beklentilerimize biçtiğimiz değerleri Bastiani Kalesinin surlarının dibine gömüp, hem “var”, hem de “yok” olan gerçeklikle yüzleşmemizi sağlıyor. Çünkü hayatlarımızı değiştireceğine inandığımız o büyülü anlar, aslında hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Zira büyülü bir hayat yok. Bu bekleyişler, önemsiz hayatlarımıza, önemli birer kutsiyet atfettiğimiz ve farkında olmadığımız takdirde, kolayca unutarak tekrar bekleyişlere gark olacağımız bir tür ibadet şekli.
Tam da Huxley’nin Kadim Felsefe kitabının ardından okumuş olmam sebebiyle belki de bünyemde etkisi daha sarsıcı oldu. Lakin pek sonra tanıtmayı ve hatta bazılarını bencillik arz etmeyen sebeplerle tanıtmamayı düşündüğüm, hayatımı çok önceden değiştirmiş kitaplar listesine girmeyecek. Ama hep ayrı bir yeri olacak ve uzun aralıklarla tekrar okuyup neler hissettirdiğini görmeyi planladığım bir kitap olacak. Özellikle farkında olmaya dair katkı sunması; hem nihilist, hem varoluşçu bir tavır takınıyor olması sebebiyle, okunmayı gerçekten hak eden bir kitap. Özellikle hayaller uğruna hayatlarını feda etmeye devam ediyor olanların bu yazgıyla yüzleşebilmesi için okumaları kati şekilde tavsiye edilir bir eser.
Gerçekliğin çölüne gözlerimi yeni açmışken, önemli hayatlarımıza dair kitaptan bir cümleyle elveda diyelim;
“ya aslında yanılıyorsa? ya gayet sıradan bir yazgıya sahip sıradan biri olarak yaratılmışsa”



