Tarih bir sosyal bilim olarak bakmaktan vazgeçip de mantığınıza seslenmeyi makul bulduğunuzda resmi kurgu olarak gözükür gözlerimize. Farklı kronikler ve belgelerin olayları kendi siyasi, idari, dini görüş açılarından ele alıp, bu ifadelere dayanarak geçmişimizde farklı gerçeklikler yaratması resmiyet kazanmış kurgu değilse nedir? Yine de insanların eğer akademide değillerse veya özel ilgi alanları içerisinde yer almıyorsa kurmacanın resmiyetle kazandığı ciddiyetten pek hoşlanmadığı açık.
Tarihi vesikaların yarım sayfa, iki cümle, gazete kupürü, kaya resmi olarak özetlediği meseleleri, edebiyat içerisinde sayfalarca kurgulamak tam da bu sebepten önemli olsa gerek. Yapımız gereği içinde bulunduğumuz anın dışındaki herhangi başka bir andan ders alma eğilimimizi üzerine eklersek tarihi kurgular –ki geleceği kurgulayan bilim kurgu da bir yönüyle tarihi kurgudur- edebiyatımızda önemli bir yer kaplıyor.
Müderris ve Virtüöz’ü okumaya karar verdiğimde aklımdan geçenlerden ilki edebiyatımızın “tarihi roman” algısına dair kalıpların ne kadar içerisinde olup olmadığıydı. Zira Türk Edebiyatında tarihi kurgu başlığı altında önümüze sürülen örnekler daha çok tarihi olaylar ve şahsiyetlerin kutsanmasının, büyütülmesinin, kahramanlığın abartılmasıydı.
Öyle ki bu görkemli hükümdarların gölgelerinde kaybolan sıradan insan hikâyelerini özler hâle geldik. Yabancı edebiyatın tarihi kurgu roman örneklerine karşı tek tipleşen tarihi romanlarımızın aradaki makası açtığını kabul etmeliyiz.
Belirli bir dönemde gerçekleşmiş mühim olayların üzerine sıradan meseleleri inşa eden kurgu örneği ne yazık ki pek az. Müderris ve Virtüöz edebiyatımızda sık karşılaşamadığımız ‘o’ örneklerden biri. Onu muadillerinden ayıran ve hatta daha yükseklere çıkaran etkenlerden birisi olağandışı bir konser vakasının, geçmişteki sıradan olaylar içerisinde okur rızasıyla kaybolup gitmesi.
Fakat romanın tek başına bu özelliğiyle benzerlerinden sıyrıldığını söylemek, Selçuk Orhan’ın, yeknesak gözükmesine rağmen aynı metinde hem roman tekniğine daha hâkim bir Ahmet Mithat Efendi’yi anımsatan üslubunu hem de kaliteli çok satan çeviri romanlardaki tadı anıştıran aktarım becerisini birleştiren tarzını yadsımak anlamına gelmemeli.
Bu üslubun özellikle çeviri romanlardakine benzeyen yönleri kolay okunuş ve kitleyi genişletme maksadıyla bir yayın tercihi olarak düzenlenmiş olabileceği ihtimalini cari kılıyor. Çünkü olay örgüsünün genişlemeye başlamasıyla bazı bölümlerde kuvvetlenen, sadeleşmesi veya giriftleşmesi gereken zamanda bunu başarabilen özlü bir üslupla karşılaşıyorsunuz.
Romanın iki ayrı karakter, yol, örgü içerisinde akmasını sağlarken bu farklılıkları birleştiren yekpare bir anlatıya dönüştürmesi bizzat yazarın tarzından kaynaklanıyor olabilir. Ünlü piyanist, bestekâr ve virtüöz Franz Liszt’in 1847 yılında Osmanlı İmparatorluğu topraklarında verdiği resitallerin hakikati üzerine kurulan kurguyla içine doğduğu gerçekliği gölgelerken güçlendiren müderris Ahmet Cevdet karakterinin öyküsü birleşerek okura farklı, içinde yaşadığı başka bir evren varmış gibi hissettiren o tuhaf tarihi gerçekliği vaat ediyor.
Tarihi kurgunun büyüsü biraz da bu değil mi? Hakkında sadece birkaç satır yazıya ulaşabildiğimiz bir gerçekliği alıp onun üzerine paralel, yeni bir gerçeklik inşa etmek. Dizi izleyerek tarih tedrisatından geçen insanımızın okurken de bunu yapabilmesi kabilken, Selçuk Orhan’ın kalemi okuru her şeyin gerçekten yaşandığına ikna etmeye muktedir. Toplumumuzun tarihi dizilere inanma eşiğini ortalama alırsak, Müderris ve Virtüöz’ün içinde kaybolmanın kaçınılmaz olduğunu söyleyebilirim. Öyle ki Lizst ile birlikte karantinadan başlayarak dönem İstanbul’unu, caddelerini, dükkânlarını gezmekle kalmayıp, onunla nemli, dumanı üzerinde bir hamam sefası yapmanızı mümkün kılıyor.
Romanın klasik müzik sevenlerin zihninde çınlayacak melodileri yeniden canlandırıp yaratması da büyük bir artı. Aşina olduğum eserlerin kulaklarımda dönüp durmasına engel olamayışını tecrübe etmek eşsizdi. Anlatının büyüsüne kapılmış giderken yazarın aslına rücu edecek kurgu gerçekliği oluşturmak için geniş bir araştırma yaptığını anlıyorsunuz.
Didikleyici okur için romanın değişik işlevlerini keşfetmenin mümkün olduğu fikrindeyim. Farklı doğrultularda eşzamanlı ilerleyen kurgu aynı zamanda hikâyeyi çekip çeviren iki karakter üzerinden farklıların benzerliği diye tabir edilebilecek ilginç bir ortaklığı da üstleniyor.
Lizst’in Marie Duplessis’e karşı hisleriyle, müderris Ahmet’in Esther’e karşı hisleri ilk bakışta ne kadar birbirine benzemiyor olsa da sadece bir örneğini verdiğim bu farklılıkların romanın sonuna geldiğinizde kolektif duygulara dönüştüğünü görüyorsunuz. Karakterler ve onların meşgaleleri, cümleleri, başlarına gelenler üzerinden formüle edildiğini düşünebileceğimiz bu bağlantı, Lizst’in zihninde bestelerle, müziklerle şerh edilirken, Ahmet’in zihninde Farsça bir eserin tercümesi, bir araya getirilmesi çabası şeklinde vücut buluyor.
İki farklı kültür havzasının mensupları gözünden aynı Osmanlı İstanbul’unu tecrübe ederken sadece dönemin değil günümüzün, gündemlerimizin de tartışma konusu edildiğini sezebiliyorsunuz. Kurgu zekası katmanlar ve formüle edilmiş anlatılarda kendisini gösteriyor. Çünkü olay örgüsü sadece kültürel farklılığı veya arada kalmışlığımızı değil, fikri meşgalelerimizin pek değişmediği hakikatini yüzümüze vuruyor.
Romanın ve yazarın kurgu zekâsının parlaklığını gösteren en önemli unsurlardan bir diğeri, iki yol üzerinde hem benzeşen hem de ayrışan bir örgü oluşturabilmesi. Bir görev bilinciyle Franz Lizst’in sosyal iletişimini sağlama mecburiyeti hisseden şürekâ, kendi görgülerinin sınırlarından çıkmaksızın bir İstanbul yorumlarken, Müderris Ahmet Cevdet ve akışa bırakılmış örgüleri bilinçsizce takip ederek girip çıktığı meclislerin, görüşleri hilafına olguları anlamlandırarak veya anlamsız bırakarak çizdiği ayrı bir şehir portresi mevcut.
İşte bu akış, kurgusal muarızıyla ele alındığında, zihniyetin kültür ayırt edilmeksizin kapalılık ve sığlığında benzeştiği kadar neden farklı dünyalarda yaşıyormuş gibi hissettirdiğini de açıklayabiliyor.
Yazarın üslubu, başka örneklerden aşina olduğumuz tarihi kurgu anlatıcılarından çok daha entelektüel ve sahici. Romanda çok sayıda yan karakter var olsa dahi anlatının iki temel üzerinde ilerleyişini sindirdiğiniz anda yan karakterleri hatırlama lüksünüz olmadığını, anlatının örgüsünde Lizst ile Ahmet Cevdet’in benzerlikleri ve ayrılıklarını anlatmak için vazifeli olduklarını idrak edebiliyorsunuz.
Yüklendikleri vazifelerden bir diğeri karakterlerin psikolojik çözülüşünü hızlandırmak için girdikleri diyaloglar. Nihayetinde onların dudaklarından dökülen sözcükler, anlatıcıya bu diyalogları tamamlayacak büyük aforizmalar söyleme hakkı tanıyor. Okura hissettirmeden pasajları kapatan, paragrafları tarumar eden bu tek cümlelik hakikatler kurgu içerisinde kendisini gizleyen ve keşfedilmeyi bekleyen yap-boz parçalarına dönüşüyor.
Müderris ve Virtüöz, kendi yerini ve geleneğini oluşturmaya aday, tarihin, kahramanların, milletlerin veya olayların kutsandığı değil basit sayıp görmezden gelebileceğimiz geçmiş yaşamın tüm yönleriyle duyumsanabileceği bir roman. Daha da önemlisi resmi kurgumuzda üzerinde pek durulmadan geçiştirilen bir ziyaretin, büyük bir sanat olayının yâd edilmesi ve “tarihimize” bununla ilgili bir kayıt bırakması nedeniyle pamuklara sarılıp saklanması gereken bir hatırat.
Şehirde iz bırakması gereken muazzam bir sanat olayının arka planında geçmişimizi, fikir genetiğimizi, değişebilen ve değişmeyen düşüncelerimizi, arada kalmış ruhumuzu betimleyen karakterlerle kendisini sayfa sayfa inşa eden bir anıt vazifesi görüyor. Yazarın diğer eserlerini okuma arzusunu kuvvetlendirmesinin yanı sıra, kendini yetiştirmeyi başarmış, hangi cümlenin nerede sarf edileceğini bilen ve fazladan bir kelime dahi eklemenin gerek olmadığının farkında ehil bir kalemin eseri.
- Şiraze Dergi Mart-Nisan 2022 sayısında yayımlanmıştır.