“Gök Tanrı’nın hükümdarlık tahtı ile kutsadığı, Hunların Büyük Tanrıkutu,(Hen/Çin) imparatorunun halini hatırını sorarak, onun bir derdininolup olmadığını öğrenmek istiyor”(Tanrıkut Mete’nin M.Ö. 176’da Çin İmparatorunagönderdiği mektuptan alıntı)
Kitabın karşınıza çıkartacağı en önemli sav, Çin İmparatorluk belgelerinde Tik, Tirk Tuyku veya Türükler olarak geçen kavim. Han yıllıklarında her dönem daha da farklı bir isimle anılan bu toplulukların tamamının, aynı kavmi işaret ettiği ifade ediliyor. Ahmetcan Asena Hunların Tirklerden bir kavim mi yoksa Tirkleri de içine alan bir kavim mi olduğunu tartışıyor. Kaynaklarda geçen bazı ifadeler Hunların büyük bir Tirk kavmi olduğuna işaret ediyor. Hatta kaynaklar üzerinden ilerleyerek Ak Tirkler, Kızıl Tirkler vb. kavimlerle ilgili kadim Çin kaynakları tabiri caizse harf harf incelenmiş durumda. Kitabın önemli bir özelliği de Hunlar bahsine sadece Hun tarihi açısından yaklaşmıyor olması. J.M. De Groot Hunlar tahlili yaparken, aynı zamanda Orta Asya ve Türkistan coğrafyasını inceliyor. Bu sebeple Çinlerin sadece Hunlardan bahseden kayıtlarını değil, dolaylı olarak Hunlarla veya o coğrafyada Hunlar ile ilişkisi olan kavimlerden bahseden kayıtları da inceliyor. Bunun benim gibi eski çağ tarihini severek incelemiş olan bir tarih araştırmacısına en büyük faydası, Çin kaynaklarında rastladığım Kang-ki’ler oldu. Kang-ki kavmi, en yakın anlaşılabileceği ifadesiyle Türkistan civarında yaşayan Kanglı Türklerini ve hatta maratonumda önemli bir yer kaplayan Kengerleri ifade etmekte. Kang-ki isminden bahseden kayıtların Tanrıkut Mete zamanında var olması ve hatta kayıtların M.Ö. 1.000’li yılların öncesine uzanıyor olması, M.Ö. 3.000’li yıllarda Mezopotamya’da uygarlığın başlangıcı olarak kabul edilen Kenger-Sümer kavminin, belki ata yurdu, belki Akad saldırıları sonucu gerisingeri veya ilk defa göçmüş olabilecekleri toprakları ifade ediyor olabilir. Ahmetcan Asena kayıtları yorumlarken dönemin Çin toplumunu, içinde bulundukları kültürel yapıyı ve Hunları yorumlama şekillerinin siyasi tarihlerinin değişimine göre gösterdiği değişimi çok isabetli şekilde tahlil ediyor. Çin kaynaklarının Hun İmparatorluğunun en güçlü olduğu dönemde bile, Hun Tanrıkutunun Çin İmparatoriçesine mektup yazdığını kabul ederken, Hunların okuma yazma bilmeyen barbarlar olarak tanımlamasının altında yatan hamaset ve çelişkiye değiniyor örneğin. Bu kapsamda Çin yıllıklarında yer alan ifadelerin altlarına düşülen açıklama notları zaman zaman kime ait olduğu karışsa da, dönem tarihini yorumlamada okuyucuya yön gösteriyor. Çin İmparatorluğunun bir dönem giyim, kuşam, savaşma, örf adet ve hatta inanç bağlamında yoğun şekilde etkilendiği Hunları yazılı kaynaklarında sürekli olarak hakir görüyor olmalarının altı kalın harflerle çizilmiş. Bu noktada kendi adıma diyebilirim ki; en azından M.Ö. 4. binyıldan bu yana, başkalarının kültürlerini etkisi altında bırakan barbar, cahil, kan dökücü bir kültürün var olması mümkün olmamıştır. Öyle ki Anadolu’daki karanlık dönemde var olan yıkıcı kavimlerden günümüze pek az iz kalmış durumdadır. Bu olgu bile tek başına Hun kültürünün gelişmiş ve sağlam temellere dayanan bir kültür olduğunu ispata yetmeli diye düşünüyorum.
Kitabın sonunda güzel ama kısıtlı görseller var. İçeriği özellikle Çin İmparatorluk belgeleri dışında başka bir olguya dayanmıyor. Dolayısıyla yıllıklardan aktarılanlar dışında, konuyla ilgili belgeleri destekleyecek ufak harici etkiler ve diğer akademisyenlerin atıfta bulunulan çalışmaları hariç, delil veya dayanak yaratmak gibi bir amacı yok. Hatta aksine tek amacı bu belgeler üzerinden bir değerlendirme yapmak. Yani tipik bir eski çağ tarihine ait araştırma metinlerinden çok farklı. Hunların kültürel yapısı ve varlığını destekleyebilecek, arkeolojik kalıntılar ya da diğer farklı kaynaklara inanılmaz derecede az atıfta bulunuluyor. Kitabın sonundaki resimleri saymazsanız yok denecek kadar az belki de. Bununla birlikte konuya giriş öncesinde Ahmetcan Asena’nın giriş yazısı ve Hunların dünyasına ilişkin yaptığı kapsamlı girizgah, farklı kaynaklardaki etkileyici tespitlerle büyük bir kültürün önemli bir parçası olan Hun toplumunu işaret ediyor. Türklüğün ana ve ata vatanının Orta Asya olduğu konusunda kesin kabulleri olan, alışılageldik Hun tarihi tanımlamalarından farklı bir bakış açısı ve düşünce yapısı ile didik didik edilmiş bir vesikalar bütünüyle karşı karşıyasınız. Orta Asyada doğup büyüyen savaşçı, cihangir millet olması yanında başka hiçbir özelliğine tutunamadıkları Hun profili çizen tarihçi ve araştırmacıların kitap ve eserleriyle kıyaslarsak çok daha farklı ve okunabilir olduğunun da altını çizmeliyim. İlk tanıttığım kitaptan farklı olarak, Asena bazı Çince yazılışları, okuma sırasında okuyucuyu boğmaması adına daha sade veya okunabilir şekilde sunuyor. Bu anlamda bazı Çince kelimelerin doğrudan işaret ettiği kavramları ise yazılışları ile değil, doğrudan Türkçe haliyle sunuyor. (örn; Tanrıkut vb.) Bu da önemli bir detay olarak, kitabı okurken dikkatinizin dağılmasını, yorulmanızı ve/veya kitaptan bıkmanızı önemli ölçüde engelliyor. Kitabı tanıttığım tarih itibariyle farklı pek çok kaynağı da elden geçirmiş olduğum için rahatlıkla söyleyebilirim ki, Hunlar bahsinde bilgi sahibi olduğunuzu düşündüğünüz pek çok konuya ekleyecek bilgisi olan ve Hunlar hakkında zihninizde yeni pencereler açabilecek bir eser. Bu anlamda da özellikle Asya Bölgesindeki Hunlar hakkında araştırma yapan okuyucuların muhakkak temin etmesi gereken bir kaynak olduğunu düşünüyorum.
Evet, tarih maratonum önceki bölümüne oranla biraz yavaş ilerliyor. Başta da bahsettiğim gibi Hunlar bahsinde elimde mevcut olan kaynakların hacimli olmasının bunda büyük etkisi var. Bununla birlikte, zaman zaman gerçekten vazgeçeceğime inansam da, tarih maratonumu, beş ya da on yıl fark etmez, ölüm hariç olmak kaydıyla bir şekilde tamamlamayı umut ediyorum. Dilerim benim okumalarımda inatçı olduğum kadar, Kara Kütüphaneyi takip etmekte de o kadar inatçı olan izleyicilerim olsun.
Kitaplarla ve tarihle kalın.



