İkiye Ayrılmak

Muhakkak bir yerlerde karşınıza çıkmıştır. İnsanlar sürekli ikiye ayrılır. Ya bir kitabı okuyanlarla okumayanlar, ya iyilerle kötüler, ya birinciler ve diğerleri, ya vesair ve benzerleri. Sizlere çoğumuzun itiraf etmekten korktuğu gerçeği açıklamak görevim. İşbu yazının yazıldığı tarih ve saat itibariyle insanlar sekiz milyar seksen altı milyon yedi yüz altmış dört bin altı yüz beşe[1] ayrılır. Bu gerçeği sürekli göz ardı ederiz. Çünkü sınıflandırmak, basite indirgemek, kategoriler hâlinde ifade etmek işimize gelir. İnsanlar iyi ve kötü diye ikiye ayrılmazlar aslında. Ancak çoğunluk için böylesi daha kolaydır. İnsanlar ikiye ayrılır diyenler ikiye ayrılır. İkiye ayrılabilenler ve ikiye ayrılamayanlar. Elbette insanlar ikiye ayrılır diyenlerin ikiye ayrılabilenleri de ikiye ayrılır. Neden mi? Gelin bunu sona bırakalım.

Beylik bir ifade daha: “Hayat sadece siyah veya sadece beyaz değildir, gri alanlar da vardır.” Sadece gri alanlar mı? Gökkuşağında siyahtan beyaza veya beyazdan siyaha ilerleyen spektrumda trilyonlarca renk yok mu? Sadece henüz isimleri verilmemiş olamaz mı? Mesela bir erkek için yavruağzıyla pembe pek bir farklılık arz etmiyor olabilir, fakat kırmızımtırak yavruağzıyla, beyazımsı yavruağzı aynı renk mi? Değil tabi. Yine de insanlar ikiye ayrılır, renkli ve renksizler mi diyelim? İyi de karanlık sandığımız uzayın aslında rengarenk olduğunu ve fakat kızılötesi, morötesi renkleri seçemeyen gözlerimiz yüzünden onu karanlık sandığımızı ne çabuk unuttuk? Siz bir rengi göremiyorsunuz diye o da sizi görmüyor demek değil ki. Bu yüzdendir ki insanlar ikiye ayrılır. İnsanların herhangi bir baremle ikiye ayrılacağına inananlar ve her insanın varlığının biricik olduğunun farkında olanlar. Gerçi bu önerme de yanlış ama olsun. Bugün varmak istediğimiz nokta bambaşka.

İkiye ayırmayı seviyoruz, çünkü basit bir sınıflandırma bu. Bir tarafı “öteki” ilan edebilmek insan için en kolayıdır. Zira her birimiz için diğerimiz öyleyizdir. İnsanların verdikleri kararlarda onların geçmişlerini, tecrübelerini, tecrübesizliklerini, zekâ seviyelerini, niyetlerini, mecburiyetlerini, duygularını, vicdanlarını ve pek çok girdiyi hesaba katmak işimize gelmez. Pratik de değildir hani. Daha kolay değil mi? İnsanlar ikiye ayrılır, iyiler ve kötüler.

Düşünmek istemediğimiz şeylerin hülasasıdır bu ikiye ayrılış. Çünkü zorunda kaldığımızda birine ufak iyiliği olmuş bir suçlunun, çevresindekilere huysuzluk ederken onları koruduğuna inanan ihtiyarların, sadece gri değil tüm renklerin akıbetini düşünmek zorunda kalırız. Pembe düşleri, turunçgilleri, kızıl ekimleri, mavi gölleri, gri kurtları -ki yabancı dilden motomot çevirisi öyleyse de bozkurttur kendileri- Ak Gandalf’ı ikiye ayrılmış dünyada taraflardan birine monte edilmiş düşünemeyiz. Dünya gezegenini kurtarmak için bir kısım elit zengin hariç milyarlarca insanın ölümü ödenmesi gereken bir bedelmiş gibi dikte edilirken, bir toprak parçasını kendince “ötekilerden” temizlemek için erkek, kadın, çocuk demeden öteki nüfusu öldürmek kulağımıza soykırım, katliam gibi gelir. Özünde katliamın, ölümün, saldırganlığın dikte edilmiş onurlu sebepleri olup olmadığına bakarız. Eylemin yıkıcılığını mağdurlardan, maktullerden ayırt edemeyiz. Çünkü inanmak istemesek de sürekli bize dünyanın ve insanların iki kutuplu olduğu dikte edilir. Ekseriyetle masumca.

Peki, bu davranışımızın sebebi ne olabilir? Neden dünyayı ortadan ikiye bölmeden veya ikiye ayırmadan tahayyül edemeyiz? İnsan davranışının sebeplerini biyolojik açıdan ele alan Robert Sapolsky’nin kitabı “Davranış”ı bu soruma cevap olur mu diye okumaya henüz başladığımda, daha ilk satırlarda tahminimden farklı bir cevapla karşılaştım. Sapolsky bütün davranışları anlamlandırmayı bir yana koyarsak sadece bir davranışın açıklanması için dahi farklı disiplinlerin farklı sebepler öne süreceğini söylüyor. Bir davranış örneği üzerinden bir psikonörodoktrinci, bir biyo-mühendis, bir evrimci biyologun ayrı tespitlerini izah edip kişinin farklı disiplinler doğrultusunda bir davranışı farklı anlamlandırabileceğini izah ediyor. Tek bir hakikat olması zorunluluğuna inanmadığım gibi tek bir cevap olması da mecburi değildir diye düşünüyorum.

Aslında bir soruya veya soruna karşı sunulabilecek cevap tek olmayabileceği gibi ayrı ayrı bu cevapların doğru olması veya birbirinden bağımsız hiçbirinin işe yarar cevaplar olmayabileceği ihtimalini es geçiyoruz. Dünya bizim için iki kutuplu. Sandığınız gibi bu iki kutup sağcılar, solcular benzeri kutuplar da değil. Biz ve onlardan ibaret. Üstelik “biz” de “onlar” da zamanla, coğrafyayla, mekanla, düşünceler ve duygularla sürekli değişebilen kutuplar. Ama insanlar ikiye ayrılıyor değil mi?

Empati, sempati, algılama ekseninde seyahat eden düşüncelerimiz, çok kutupluluk, çeşitlilik, farklılıktan uzak. Bir defasında dünyada yedi buçuk milyar insan varsa o kadar da farklı düşünce var dediğim için sohbet ettiğimiz ideolog arkadaşımın küçümseyişini hatırlıyorum. Davasız insanın boşluğu, falancalığı, filancalığı, otluğu, odunluğu kalmamıştı. Halbuki farklılığı fark edemeyişimiz asıl empati yoksunluğunu doğurur. Elhak aşkın farkındalıksa içinden çıkılamaz bir bulmacaya sürükler bizi. Bu kez sürekli farkında olmak derdinden sürekli bir uyanış (woke) hâlindeki sosyal adalet savaşçılarına dönüşebiliriz. Orta yolculuk diyerek pasifize edilen fikri iklim, eleştiren marjinallerin uç noktalarında berheva olmaktan daha sağlıklıdır aslında. Nitekim bir şeyin ortasını yok ederseniz, denge namına bir şeyiniz de kalmaz. Bakınız orta direk.

Çok mu basit ve lalettayin oldu. Basitleştirilmiş insanın basit cevaplara kaçışı kaçınılmazdır. Erdem, ahlâk, vicdan gibi varlığı, anlamı net bir şekilde kestirilemeyen soyut parametreler şekilsiz bulutlar misali zihnimizde oradan oraya savrulur. Türümüzün mühim sporlarından tanımlamak, etiketlemek, isim altında toplamak bir noktada yetersizdir. Benzemezlerin kendi benzerleri sandığı insanlarla aynı şemsiyede toplandığına inandığı ideolojiler, inançlar, davalar; aynı şemsiye altında kendi ideolojisine, inancına, davasına düşman olabilen yahut aidiyet hissedemeyen benzemezleri izah etmekten, anlamaktan fazlasıyla uzaktır. Dönek der çıkar. Bu radde basittir. Vicdanını rahatsız eden ne diye sormak istemezler. Çünkü cevap kendilerini de rahatsız edecektir.

O hâlde ikiye ayrılmış dünyada anahtar dürtü nedir? Vicdan mı? Arzu mu?

İnsan ille de vicdanlı, dürüst, adil, erdemli vs. olmak zorunda mıdır? Sadece insan olması, karmaşası, duygularındaki ikirciklilik, saldırganlığı, rekabet duygusu gibi unsurları görmezden gelmek iki kutuplu dünyada kolaycılıktır. İnsanı medeniyete düşman eden, suç işleyen birine dönüştüren şey nedir? Örneğin bir insanı katilden ya da tecavüzcüden ayıran ana unsur tek midir? Mesela iyi sandığımız insanlar da birilerine tecavüz etmeyi ya da öldürmeyi düşünüp bunu yapmayanlar olabilir mi? Kaçınız insanlığın düşüncelerine maliksiniz? O elde tutulmaz, zapt edilemez düşlerin hangi uç noktalarda gezindiğini nasıl bilebilirsiniz? Eyleme geçmeyiş tek başına kâfiymiş gibi davranırız. Böylece bir suçlu için yaptırımların doğurduğu riski, iç mekanizmasında denetleyemeyen kişi olduğu için suçlarız.

Bir pedofil mesela, aynı şeyi kendi çocukları için de arzular mı? Bu yönde bir empati kurar mı? Veya ilk mağdurlar çoğunlukla zaten kendi çocukları mıdır? Herhangi bir suçu işlemekten insanı alıkoyan vicdani kanaatler değil de kamu düzeni ve yaptırımlar mıdır? Toplumlar kamusal düzeni kuvvetli olduğu için mi yoksa vicdanlı oldukları için mi suçtan uzaklaşır? Hapse atılmak, hapiste tecavüze uğramak veya öldürülmek endişesi olmasa tecavüzcü sayısı artar mı? O sessiz ve iyi insanlar, o güzel atlara binmedikleri ama içlerinden sürekli geçirdikleri, fantezi konusu ettikleri fikirlerini hayata geçirmedikleri için mi iyidirler? Veyahut vicdan dediğimiz şey aslında geniş perspektifte kamunun bize öğrettikleri, yasakladıkları ve serbest kıldıkları arasında seçim yapmaktan mı ibaret? Yasanın temel anlamı kendisini dizginleyemeyen insanı dizginleyerek onu bir kurallar bütünü içerisinde yaşamaya zorlamaksa yasaların yazılı olmadığı dönemde insanlar nasıl yaşıyorlardı?

Daha da ileri gidersek insanların çoğunlukla kendi başlarına gelmesini istemedikleri şeyleri başkalarına yapması veya layık görmesi, misal “teröristti o gebersin,” veya “ırkçıydı o kadın keşke tecavüze uğrasaydı,” vb. motivasyonlar güzel atlara binmek için hazır bekleyen iyi insanların zihinlerine nereden geliyor? Ekseriyetle farkında olmadan biat ettiğimiz sosyal ve ideolojik zümreler kendimizi haklı çıkartmak için varlığını tesis ettiğimiz bir tip hastalıklı dayanışma örneği değil midir?

Sorularımın kendimce cevapları var. Fakat insanlar ikiye ayrılıyor. Cevaplara hazır olanlar ve olmayanlar… demek isterdim ama her sorunun farklı bir cevabı olmak zorunda. Mekân, insan, zaman gibi pek çok değişkenle birlikte cevaplanmak zorunda. Falanca kült yapıda olmak çocuklara tecavüzü haklı çıkartırken, giyim kuşamı yüzünden “birtakım” kadınların cinsel saldırıya uğraması makul karşılanabiliyorsa; İsrail mezalimi altında on binlerce masumun hukuk ve insanlık tanımaz (artık bunların anlamları da boştur zira ne cari bir hukuk var ne de insanlık) şekilde katledilmesi, Afrika kıtasında iki milyon masumun sistemli soykırıma tabi tutulmasıyla eşdeğer sayılıyor, Çin’de Uygurların başına gelenler coğrafik kaderden kabul edilip hiç sayılmıyorsa; katliamlar, ölümler, tecavüzler bilumum insan saldırganlığı kökeninde yatan sebepleri bulup ortadan kaldırmak yerine mekân, zaman, insana göre birbirine yakın değil iki farklı uçta değerlendirilebiliyorsa, ekonomik anlamda güçlü olmak hem insan hem ülke olarak katilleri, tecavüzcüleri, canileri görmezden gelmeye yetiyorsa, dünyayı ikiye bölmekte beis yok diye düşünmeliyiz.

Oysa beis var. Buradaki ikilik, bir yönetim şekli olan düalizmden pek uzak. Kuzeyi güneye, doğuyu batıya, solu sağa, astı üste kırdırmak için üzerinde durduğumuz yapay bir ayrılış bu. Seçeneksizlik, sıkışmışlık, verileni kabul etmek bu. Mağdurun milliyetinin, cinsiyetinin, ünsiyetinin, diyanetinin insanlığının, var oluşunun önüne geçmesine her milletten, sınıftan, cinsiyetten insanın sessizce onay verdiği küresel bir toplum sözleşmesidir bu.

İnsan saldırganlığının günümüzdeki kitlesel sapkınlığına yolculuğunu izlemek için tarım toplumuna geçişimiz, mülkiyet, mülk, adalet, yasaları anlamaya çalışalım. İnsanı sözden yazıya geçmeye zorlayan ortamı hayal edelim ve o geçiş öncesinde erkekle kadının, çok daha öncesinde bonobo nam primatların hayatlarını öğrenmeyi deneyelim. Tek başına bir çözüm değil. Lâkin ölüm ve yaşam arasına sıkıştığı için ikiden fazla seçenek göremeyenlere “hayal gücü” sayesinde üçüncü bir çıkış önerenlerin hatırına bir yerden başlamamız lazım.

Çünkü ikiden başka seçeneği olmayan herkes için her şey ikiye ayrılır.

 

 

 

[1] Worldometers.info verilerine göre 22.01.2024 tarihi saat 22:12 itibariyle dünya nüfusu

  • Ayarsız Dergi Şubat 2024 sayısında yayımlanmıştır.

En Çok Okunanlar

Diğer Başlıklar

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz