“İnsanlar korkulacak şeylerden korkmazlarsa,daha korkunç şeylerle karşılaşırlar”Lao Tzu
Kanuni Sultan Süleyman dönemi Osmanlı İstanbul’unda, Bizans bakiyesi olan, yazarın zorbas olarak tanımladığı bitirimlik, kabadayılık kültürü kurgulanmış. Yazar, kitabın giriş kısmında, önsöz mahiyetinde aslında her şeyin nasıl kurgulandığı, araştırmalarının uzandığı dönemlerle romanın geçtiği dönemlerin arasında uzun bir mesafe bulunduğu, hakikatte izleri tam olarak tespit edilemeyen bir kabadayılık kültürünü kurguladığını açıklıyor. Aslında keşke bu açıklamalarına romanda kullanılan türkülerin de tamamen kurgu ürünü olduğuna dair bir açıklamayı ekleseymiş diye içimden geçiriyorum. Zira romanda ki en yoğun dipnotları aynı cümleyi içeren “müziklerin tarihin o döneminde var olup olmadığının bilinmediği, roman için kurgulandığını belirten” bir ifade kaplıyor ve roman içerisindeki bütün türküler için aynı ifade kullanılmış. Dolayısıyla bir kerede yapılmış bir açıklama ile farklı bir bilgi içeren dipnot olması ihtimali yüzünden aynı satırlar tekrar tekrar okunmak zorunda kalınıyor. Hatta altta geçen ifadenin ne olduğu artık ezberlenmesine rağmen, dipnot işaretinden dolayı “acaba farklı bir şey mi var?” beklentisi ile defalarca o dipnotu okuduğunuz için dikkatiniz dağılabiliyor. Bu bahsettiğim husus, romanda gözüme çarpan tek olumsuzluk. Bunu bir olumsuzluk olarak belirtmemin sebebi de, okuma akışını kesen dipnotların, aynı içerikle olmaları halinde, okuyucunun metine odaklanmasını engelliyor olması hususu. Romanın başat unsuru, o dönemde gerçekten var olup olmadıkları kati delillerle belirlenmemiş olmasına rağmen, yazarın giriş kısmında peşinen bilgi verdiği, aslında var olmayan kurgu kaynaklar. Zaten kurgu olan romanı, gerçek kılma adına ilgi çekici bir yöntem olarak okuyucuya ayrı bir keyif veriyor. Elbette romanın sürükleyiciliği sırasında, bölüm girişlerinde verilen uydurma tarihi vesikaların gerçekliğini sorgulamaz hale gelebiliyorsunuz. Her ne kadar aklınızın bir ucunda bu kaynakların, aslında var olmayan, yazarın muhayyilesinin ürünü kaynaklar olduğunu bilseniz de, kurgunun heyecanı, olayların birden bire ve hızlı şekilde gelişmesi karşısında, sanki gerçekten romanın geçtiği Osmanlı dönemindeki kabadayılık müessesini araştıran kaynaklar varmış gibi fehmedilebiliyor. Romandaki hareket, heyecan, gerilim unsurları tadını aşmayacak kararda. Ancak aynı şeyi korku için söyleyemiyorsunuz. Yazarın sosyal medyadaki açıklamalarından korku dozunun bilerek düşük tutulduğu söyleniyor. Buna rağmen, az bir doz da olsa kitabı gece yatarken okuduğunuzda rüyalarınıza girebilecek ürkütücü bölümler var. İnsan ister istemez, korku dozu yükseldiğinde ortaya nasıl bir kitap çıkacağını merak etmiyor değil. Zira mevcut romanda, az olduğu derinden hissedilmekle birlikte, romanın en uygun yerlerine yedirilmiş “korku” sekansları bile okuyucuyu yeterince ürpertmeye ve rahatsız etmeye yetiyor. Elbette bu duyguyu derinden hissetmek için yine yazarın ve bazı okurlarının tavsiyesine uyarak kitabı, gece yatmadan önce, karanlıkta bir masa lambası veya kitap ışığı altında okuyarak deneyimlemeniz mümkün. Yine de bir miktar daha fazla korku romanı olduğundan daha ileriye itebilirdi diye düşünüyorum.
Aslında burada daha geniş bahsedilmeyi hak eden bir unsur daha var ki, o da son dönem Türk edebiyatında yüzünü daha sık göstermeye başlayan, korku ve fantastik edebiyatın iç içe geçmiş olması konusu. Yedikuleli Mansur da aslında türü itibariyle korku-fantastik denilebilecek bir roman. Bunu bu kadar net söyleyebiliyor olmamızın sebebi, fantastik kurgularda boy gösterebilecek, yaratıklar, hayaletler, cadılar, cinler, periler, kurt adamlar ve hatta vampirler gibi ögelerin aynı zamanda karakter yapıları sebebiyle korku türüne ait varlıklar olmasından kaynaklanıyor. Belki yukarıda yazdıklarımla çelişeceğini düşünebilirsiniz, ancak romanda korku unsuru az olmakla birlikte, bahsettiğim korkutucu fantastik figürler, romanı gerçekçi plandan çıkarmayacak gayet muteber bir dozda kullanılmış. Romanın içerisinde normalde evrensel fantastik kurgunun sahasına giren cadılar ve kurt adamlar gibi yaratıkların, menşei nereye ait olursa olsun Osmanlılaşmış versiyonlar olduklarını belirtmekte abartı olmayacaktır. Yazar bu unsurları, kurguda sırıtmayacak ve kendi fantastik kültürümüzün bir parçası olarak algılanacak şekilde ayarlamış ve üstüne üstlük bunu da tarihi bir temele oturtmayı başarmış. Bence bu husus, roman adına en dikkat çeken yönlerden bir tanesi. Roman ilk okunuşta gerçekten bir ilk roman için kaliteli bir iş çıkartıldığını gösteriyor. Üstelik devamı olacağına dair beklenti uyandıran bir finalle ve yazarının Mansur’un hikayelerinin daha korkutucu bir dozda ilerleyeceği yönündeki açıklamalarına dayanarak bunu söyleyebiliyoruz. Buna karşın, kurguda bazı olayların çok hızlı sonuçlanması, okuyucunun bir anlamda bazı ufak oldu bittilerle karşı karşıya kalması gibi sebeplerle peşinen bu eserin bir “magnum opus” olabileceğini söylemek için erken olduğu gibi, böyle bir betimlemenin benzeri eserlere de haksızlık olacağına inanıyorum. Ancak Mehmet Berk Yaltırık’ın korku-fantastik edebiyatı türüne uzun yıllara sari bir damga vurmak üzere olduğunun en önemli işareti olduğu da su götürmez bir gerçek. Türk masalları ve efsanelerinin etkisinde tatmin edici bir korku-fantastik kurgu romanı okumak istiyorsanız, Yedikuleli Mansur kalbur üstü bir roman olarak gecelerinizi ve korkularınızı süslemek için ön plana çıkıyor.
Bu zamana kadar, kitaplarla farklı duygular yaşayıp, korku ve gerilimi kitap vasıtasıyla tatmadıysanız, kesinlikle edinmeniz gereken bir roman olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Kitaplarla kalın.