Korkudan Bibliyofiye Kitaplar

“Korku kimi zaman topuklarımıza kanat takar,
kimi zaman da ayaklarımızı yere çiviler”
Montaigne 

İnsan duyguları içerisinde, rahatsızlık verici olduğu kadar, insan doğasını tanımlama da en başarılı duygulardan birisidir korku. Montaigne’in güzel sözünde de belirttiği gibi aynı zamanda hem olumlu, hem de olumsuz bir anlam taşıyor olması; insanın kelimelerini, duygularını, düşüncelerini, yeri geldiğinde iyi, yeri geldiğinde kötüye yorması da duygunun ikircikli halinden kaynaklanır. Duygunun tüm olumsuzluğu, insanı korkmaktan alıkoyamadığı gibi, bazen bizzat korkunun arzulandığı da vâkîdir. Korku edebiyatının var oluşu da böyle bir ihtiyacı gidermek için olabilir. Burada başkalarınca göz ardı edilen veya anlaşılamayan hakikat, insanların korkunun muhtevası itibariyle taşıdığı olumsuzluğu, korkudan kaçmak veya ona hazırlıklı olmak adına korkuyu daha güvenilir, kontrol edilebilir bir ortamda yaşama arzusudur. Bu yüzden bazı insanlara anlamsız gelen “bile bile korkmak” aslında bu yazının sonunda ulaşacağım noktaya ulaşmamak için yapılmış bilinçli, çoğu kez ise bilinçaltından kaynaklanan bir seçimdir.

Sosyal medya mecralarında, korku edebiyatı denildiğinde insanların aklına ilk hangi yazarın geldiğini sorduğumda kahir ekseriyet “Stephen King” demiş olmakla birlikte, aynı başlıkta Türk korku edebiyatı denildiğinde aklınıza kim geliyor diye sorduğumda hiçbir cevap alamadım. Türk korku edebiyatının, aslında kökleri itibariyle korkunun kendisinden yoğun şekilde beslenmesi gerekirken edebiyatımız ne yazık ki bu noktada nakıs kalmaktadır. Türk masalları ve esatiri, özünde yoğun şekilde bulunan korku öğeleri ve halk kültüründe sıklıkla boy gösteren korku unsurları sebebiyle de çok zengin bir altyapı ve malzeme genişliğine sahip.

Bunu neye dayanarak söylüyorum; Kitabevi yayınları tarafından editörlüğünü Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali’nin yaptığı Korku Kitabı isimli kitap, yukarıda belirttiğim hususları kavram olarak ele almaktan başlayıp, çok daha fazlasını bütün ayrıntıları ile farklı konulara özgülenmiş makaleler vasıtasıyla anlatıyor zaten. Üstelik ciddi bir derinliği olan bu kitap sayesinde, aslında hep bildiğiniz şeyleri toplu bir halde anlamlandırabilmeniz de mümkün hale geliyor.

Elbette bilgimin temeli sadece kitaplar değil. Anadolu’da doğmuş ve yaşamış, bağlarda veya köy mezarlıklarında, Orta Asya’dan, özellikle Altay inanç ve mitlerinden geçerek halen yaşamayı başarabilen, albastı cadısı, koncoloslar, kötü ruhlar, devler, ecinniler ve pek çok farklı korku üreten karakterlerin toplumsal hafızamızda yer alması ayrıca bir temel oluşturmaktadır. Peki, bu güzelim malzemeyi kullanarak Türk korku edebiyatına eserler sunan kimse yok mu? Aslında var. O da, Murat Başekim.

Yetkin bir roman yazarı olmasının yanında, kendisinin “şark gotiği” olarak adlandırdığı, Anadolu korku figürlerinin tüm azameti ve korkutuculuğuyla baş gösterdiği korku hikâyelerine kalemiyle can veren bir isim kendisi. Deli Gücük gibi eski çağlardaki etkinliğini günümüzde yitirmiş, boyutlar arası bir anti kahramanın korkutucu varlığı bir yana bir önceki hikâye kitabında yarattığı “Demir” karakterinin başrollerinde olduğu İletişim Yayınları tarafından yayınlanmış “Demir Dövme Öyküleri”de bu konuda okunması gereken örneklerden. Farklı türde bir cadı avcısı olan Demir, diğer bir yönüyle de sosyolojik bir profil olarak ön plana çıkarken, öykülerin kasvetli havası, yazarın kendi inşa ettiği türe neden “şark gotiği” dediğini ispatlar nitelikte.

Başekim’in yanı sıra, yine kendi kalemi ve anlatıları doğrultusunda “korku meddahlığı” kavramına hayat veren, sosyal medyadaki korkutucu hikâyeleri ile ön plana çıkan Mehmet Berk Yaltırık’da bu satırlar arasında anılmayı hak ediyor. İthaki Yayınları tarafından yayınlanan ilk romanı Yedikuleli Mansur, geneli itibariyle korku unsurlarını bütün romanın geneline yaymamış olmakla birlikte, okuyucunun dikkatini cezbedecek eski dönem kabadayılık hikâyeleri içerisine yedirdiği, kültürümüz ve onun etkilendiği kültürlerin korkutucu karakter ve hikâyelerinin harmanlandığı fantastik korku figürlerine hayat veren sürükleyici bir roman olarak ön plana çıkıyor. Yaltırık, yaptığı işin o kadar farkında ki, tavsiyesine uyup romanı gece okumanız, okuyucuda oluşmasını istediği hissi fazlasıyla okuyucuya geçiriyor.

Korku edebiyatının ülkemizdeki gelişimi umut vaat ediyor etmesine, ancak edebiyattan münezzeh zaman zaman hortlayan bir korku çeşidi, bütün bu olumluluğun üzerine her an kara bir gölge gibi çökebilir. Hem de bütün dünyada. Başlıkta yer alan “bibliyofobi” kavramı ve konumuzla ilgisi ise kavramın tanımında yatıyor. Kısaca “kitap korkusu” olarak çevrildiğinde hata etmiş olacağımız bir korku türü olan bibliyofobi, aslında kitaplardan, onun insanlara vereceği bilgiden, aydınlanmadan korkmak anlamına geliyor.

Persepolis, İskenderiye, Bağdat, Konstantinopol, Endülüs kütüphaneleri ve Maya, İnka yazmalarını yok eden; İskender, Cengiz Han vb. kral ve tiranların temel motivasyonu bibliyofobi olabilir. Motivasyonları ne olursa olsun tek hakikat vardır ki, o da; bu kütüphanelerde, yakılan kitaplarla birlikte, insanlık tarihinin, bilgisinin, kültürünün ve hatta bizzat insanlığın kendisinin yok edildiğidir.

Çünkü “bile bile korkmanın ne alemi var” diyerek korkmayı zayıflık sanan, korkmaktan dahi korkan insanlar; korkularını kontrol etmek yerine, korkularını yok etmek için onun kaynağını, kitapları ve bilgiyi yok etmeyi tercih etmişlerdir. Çünkü tiranların en büyük korkusu; çağlarının en kudretli zaferlerine karşın, hâkimiyetlerinin meşruluğunun sorgulanmasına neden olabilecek “geçmişin bilgisidir”.

Çağımızın bibliyofobiyi yenebilmesi; kültürlerimiz ve masallarımızda yaşayan korkularımızı kalemiyle ehlilleştirmeye, korkularımızı kontrol altına almaya çalışan yazarların kaleminin keskinliği ve maharetine bağlıdır. Aksi takdirde geleceğimiz, yanmış kütüphanelere ah vah ettiğimiz eski çağlarımızdan çok da farklı olmayacaktır.

*Ayarsız Dergi Mayıs 2017 sayısında yayımlanmıştır.

En Çok Okunanlar

Diğer Başlıklar

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz