“Bir varmış, bir yokmuş…”
Karakterin yokluğu ile mücadele ederken sahip olduğu gerilim, okuyana da yansıyor. Kâh kendi başınıza gelse ne yapacağınızı düşünerek, kâh bu yokluğu kabullenip kabullenmeyeceğiniz arasında bir seçim yapmaya çalışarak epey geriliyorsunuz. Günümüzde plaza kültürü, plaza dili, plaza hayatı ve türevleri ile ifade edilen ve Amerikan tipi çalışma hayatına ilişkin normları kabullenmiş, çağdaş (!) insanın yalnızlığını ifade edebilmek adına çok özgüvenli bir girişim. Sayfa sayısının azlığı sizi hızlı okumaya ve bir çırpıda kitabı okumaya itiyor, ancak ciddi bir hevesle olağanın sınırlarını delip geçmiş, gerçeküstü herhangi bir sonu veya sebebi dahi kabul edebilecekken tatminsiz bir sona doğru ilerliyormuş hissine kapılmaya başlıyorsunuz. Sadece bir bilinç olarak var olmasına karşın, kendisini izleyen gizemli gözlerin bir dış müdahaleye dönüştüğü anda birazcık dudak bükerek, “buraya kadar bunun için mi geldik” hissine kapıldım. İşin doğrusu, günlük hayatımızda Amerikan menşeili dizilere öykünerek geldiğimiz noktada, hem birer plaza insanı olmayı, hem de bundan şikayet etmeyi arzular hale gelebiliriz; ama yazarın çizmekte olduğu karakter profili ne yazık ki bizim ülkemizde -bütün kapsamıyla- sadece büyük şehirlerde, belirli kapsamlara sahip işlerde çalışan bir profile hitap edebilir. Kültürel anlamda bizden bir “öz” taşımayan bir kurgu olduğu için, mesela son dönem çalışma hayatı standartlarının dışında yaşayan insanlar için kurgu biraz nakıs kalabilir. Dizilerden aşina olunan bir hayat tarzı olmasına karşın, çoğu noktada bize yabancı bir distopyaya dönüşme şansı da var. Bununla birlikte, özgünlük noktasına gelindiğinde, yabancı edebiyat ve sinemalarda sık işlenen konulardan çok fazla iz taşıyor. Teşbihle anlatmak istersem, Gişe başarısı yakalayabilecek bir Hollywood senaryosu olabilir; ancak Türkiye’de çekmeye kalksanız, belirli bir kitleye hitap edebilecek bir Zeki Demirkubuz veya Nuri Bilge Ceylan filmi olabilir.
Felsefi ağırlık ve derinlik, okuyucuyu birden gizemli gözlerin dış müdahalesine odaklamışken, buradan sinematografik döngü senaryolarına özgü geçiş, bir anlamda kitaptan aldığım tatmini böldü diyebilirim. Zira kitabın konusu ve de ilginç bir şekilde onca sayfa neden bir adı olmadığını merak edemediğiniz esas kişisi bir anda değişti. Burada kurguyu canlandırmak adına bir nebze olsun heyecanımı ateşleyen bölüm gizemli yeni esas kişiye, eski esas kişinin direnişi olmuştu, ancak bu heyecanın sonucunda, ilk esas karakterin pes edişini üzülerek okudum. Hatta finale yaklaşırken zihnimde, Işıl Kocaoğlan’ın yazarken; “buraya kadar konuyu yeterince karmaşıklaştırdım, daha fazla karışıklık yaratmadan acilen bir sona bağlamalıyım” diye endişeli bir şekilde düşündüğünü hissettim. Elbette ki bunlar benim hüsnü kuruntularım olabilir, yazar veya bir kısım başka okuyuculara göre kitabın sona mükemmele doğru da evrilebilir. Yine de yaratıcısına karşı koyan bir esas karakter daha ilgi çekici bir sonu getirebilirdi diye halen düşünüyorum. Bütün bunlara rağmen benim için bir pişmanlık kitabı değil, aksine okumaktan keyif aldığım bir kitap olduğunu belirtmeliyim. Sadece başlangıcı itibariyle yükseltmiş olduğu beklenti eşiğimin, kitabın sonuna doğru ivme kaybettiğinin altını çizebilirim. Özellikle iş hayatı içerisinde kavrulan zihinlerin dikkatini çekebilecek bir hikayesi var. Kendimizi parçalarken ortadan yok olacak denli kendimizi kaybettiğimize dair güzel bir eleştirisi var. Adı olmayan bir kahramanın peşinden yüz sayfadan fazla sizi peşinden koşturan bir anlatımı var. Bir ilk roman olarak düşünüldüğünde ise yazarın hayal gücünün bir sonraki kitabında nasıl gelişeceğini beklemek adına arzu uyandırıcı bir eser. Özetlemek istersek, yazarı, kahramanı ve içeriğiyle tam bir modern çağ masalı.
Kitaplarla kalın.



