Bir can sıkıntısının ortasında kendime bir iyilik yapıp daha önce yazdığım, ama hiçbir yerde yayınlamadığım veya yayınladıysam da üzerinden seneler geçmiş yazıları derliyordum. İnsanın arada neler yaptığını hatırlaması pek iyi olsa da sıkıntımı kat kat arttıran bir şey vardı. Kimimiz buna simülasyon diyoruz, kimimiz güncelleme, kimimiz ve hatta çoğumuz farkında bile değiliz ne olup bittiğinin. Neden bahsediyorum acaba diye çok meraka gark etmeyeceğim. Ülkede hiçbir şeyin değişmemesi, hatta 2012 ve 2017 yıllarında yazdıklarımın** hâlen ülkenin mevcut durumunda söyleyeceklerimi göstermesi adına çok az düzeltmeye ihtiyaç duymasıydı bu sorun.
Böylesi kısır döngüde bir şey üretilebilir mi? Üretebiliyorsak bunun sebebi yeterli protein ve/veya folik asit falan mı diye bir düşünce aldı beni. Yazıların konusu medyanın kadın cinayetleri, terör olayları üzerinden şiddetin yaygınlaştırılması. Pek ilginç. Medya lafzının geçtiği her kelimenin başına bir “Sosyal” eklesek, al sana güncel yazı. Elbette eski yazılarda yeni öğrendiklerimi paylaşabilme şansım yok. Fakat bugün bunu yapabilirim. Toplumumuzun tekâmül eşiği düşünüldüğünde belki beş yüz sene önce de aynı cümleleri, medya kelimesi yerine başka bir şeyler koyarak tekrarlamışlardır kim bilir. Lâkin gelin birlikte bakalım nasıl bir şiddet sarmalının pençesindeyiz ve neden olmamamız gerekiyor
Sadece yeni yılın ilk iki ayı içerisinde sosyal medyada kaç adet şiddet içerikli paylaşıma tesadüf ettiniz? Savaş paylaşımları bunların en üst noktası ama onları saymıyorum bile. Kaldı ki bu konuda kendi sosyal medya filtrelerime güvenen ve kendi sosyal medya akışıma çoğu haber başlığının düşmesini peşinen engellemeyi başarmış birisi olarak ben bile bu kadarına denk geliyorsam, öylesine bir kullanıcının maruz kaldığı sayıyı tahmin bile edemiyorum. Öldürülen yardımsever taksiciyle başlayıp sokak ortasında birbirlerine saldıran insanlar, kameraya alınmış cinayetler, hakaretler, psikolojik şiddet içeren gündem taklaları, küfürler, tokatlar, tekmeler, tacizler… Neredeyse canlı tecavüz yayınlanacak sosyal medya sayfalarında -hatta belki yayınlanıyor da biz denk gelmedik şükür- yine de insanlar sosyal medya sayesinde her şeyi nasıl da hızlı öğrenebildiklerini savunuyorlar.
Çözüm var mı? Var! Öğrenmeyiverin. Anında müdahale edemeyeceğiniz, izlerken üzülmekten, korkmaktan, gerilmekten, çaresiz hissetmekten başka hiçbir şey yapamayacağınız şeyleri öğrenmeyin. Zorunda değilsiniz. Üstelik bu öğrenmeme serbestisinin çok geçerli bir sebebi de var. Zira bir şiddet, saldırganlık, korku ve endişe sarmalına sebep oluyorsunuz.
Geçen ayki yazımda bahsettiğim bir kitaptan, Robert Sapolsky’nin Davranış kitabındaki bir takım bilimsel sonuçlardan bahsedeceğim. Kitabı edinenler ayrıntılı şekilde 29. Sayfadan başlayarak yapılan testler ve sonuçlarını görebilir. Özet mi? İnsan beyninde yer alan “amigdala” şiddet, saldırganlık, korku ve endişe gibi olgularla doğrudan bağlantılıymış. İnsanlar ve hayvanlarda, amigdalasında lezyon oluşmuşların saldırganlık oranları düştüğü gibi, ilaçlarla amigdala da susturulabiliyormuş. Çok daha önemli bir veriyse, insanlara öfke uyandıran birtakım resimler gösterdiğinizde amigdalasının harekete geçtiği. Mesela insan amigdalasının tahrip edilerek saldırganlığı azaltmanın mümkün olup olmaması konusunda yazarın kendisine sorduğu bir soru var. Belirli koşullar dahilinde mümkün olabileceğinden bahsediliyor.
İyi de ne yapalım? Amigdalamız öyle istiyor. Öfkeli şeyler izleyip öfkelenmeliyiz, saldırganlaşmalıyız. Araştırmalar amigdala denen beyin bölümünün özellikle sosyal açıdan sıkıntılı koşullara karşı duyarlı olduğunu gösteriyor. İnsan beyninin hazırlıklı öğrenme davranışı sergileyerek belirli tipteki diğerlerinden korkmaya meyilli olduğu bilgisiyle birlikte okuyunca önümüze büyük resim çıkıyor. Biliyorsunuz sevgili okur, her yer büyük resim dolu. Fakat ben bu resmin cidden büyük resim olduğunu düşünüyorum.
Sosyal medyada, medyada, gazetelerde sürekli ama sürekli şiddet, korku, endişe, saldırganlık duygu ve dürtüleri uyarılan insanların oluşturduğu toplumun makul, medeni, kolektif bilince sahip olmasını bekler misiniz? Samimiyetle soruyorum. Bilimsel harita belli. Durum tamamen biyolojik. Yani ciddi bir beyin rahatsızlığınız veya amigdalanızda bir lezyon yoksa öfke, şiddet, korku ve endişe davranışları oluşturabilecek görsel olgulara tepki veriyoruz. İzlediğimiz her video veya gördüğümüz her fotoğrafa karşı bu olgu, duygu veya dürtülerden birine denk gelen bir davranış geliştiriyoruz. Nasıl davranışlar? Mesela gördüğümüz bir şiddet videosunu paylaşmaktaki maksadımız nedir? Bir başkasının, hayatında hiç görmediği, tanımadığı bir insanı, bir kadını, bir hayvanı öldürülürken izlemesinin ona katacağı toplam fayda nedir?
Yıllar önce kadına şiddet, kadın cinayeti, terör eylemleri ve her türlü şiddetle ilgili haberleri yapan medya kuruluşları toplumda bir bilinç oluşturduğunu savunuyordu. Hatta ‘ibret’ mekanizmasının çalıştığına inanıyorlardı. Kendimizi kandırmayalım. Bir şeyleri izleyerek ibret alan son kişi rahmetli Zekeriya Beyaz’dı ve o güzel insan da o güzel atlardan birine binip gitti. Televizyonda ve özellikle video bombardımanıyla büyüyen sosyal medya uygulamalarında izletilen her şiddet videosu, örtülü veya açık bir öfke sarmalına, zincirleme şiddete dönüşüyor. Yine samimiyetle soruyorum. Olmuş bitmiş cinai haberleri izleyerek nasıl bir fayda elde ediyoruz?
Esasında hiç. Bir korku döngüsüne saplanıyoruz. Elden ele yayıyor, kendi öfkemizi, endişemizi tanımadığımız onlarca, hatta yüzlerce, belki bir fenomensek yüz binlerce, milyonlarca kişiyle paylaşıyoruz. Bazen paylaşmamız yetmiyor. İzlediğimiz şeyden dolayı ne kadar üzüntülü, öfkeli, sıkıntılı olduğumuzu kendi cümlelerimizle paylaşıyoruz. Bu defa da yazdıklarımız aynı döngüye dahil olup kocaman bir etkileşim çığına dönüşüyor. Görmek istemeseniz bile görür hâle geliyorsunuz. Hatta öyle bir an oluyor ki, sanki bütün evrende sizin dışınızda herkes o konuyla ilgili bir şeyler söyleyip paylaşıyor, bir tek siz susuyorsunuz. Bu da sosyalleşme zannıyla bulunduğunuz sanal ortamda adınız verilmeden linç edilmenize varacak bambaşka tepkileri doğuruyor. “Bu olaya tepki vermeyenler de bir daha hiç konuşmasın” diyor birisi. Bir diğeri “bugün tepki vermeyecekseniz, ne zaman tepki vereceksiniz” diyor. Sustuğunuz için aşağılık, kötü, pis, kirlenmiş hissetmeniz isteniyor. Misal, ‘akran zorbalığı’ deniyor ya. Yazılı sosyal medya işte biz yaşlardakilerin akranlarının hatta her yaş grubunun kendi akranlarının zorbalığa uğradığı saldırgan bir iletişimin tam orta noktası hâline geliyor.
Bunları hiç yaşamamış veya yaşasanız da umursamamış olabilirsiniz. Ancak şiddet içerikli görüntüler ve haberlerin onlara maruz kalanlarda olumsuz başka bir yanıtı uyandırdığı açık. Çaresizliğinizi dışa vurmaktan başka elde edebildiğimiz bir şey olmadığı da aşikâr. Elbette bütün bu yazdıklarımdan çıkartılabilecek en toptancı sonuçların farkındayım. Hiç mi haber yapılmasın? Olumsuzluklar psikolojimizi bozacak diye gözlerimizi mi kapayalım? Görmezden mi gelelim? Her şey mutlu mesutmuş gibi mi davranalım? Cevabım hem evet hem hayır. Çözemeyeceğimiz konuları görmezden gelmemenin bize hiçbir faydası yok. Kendimizi kandırmanın da. Son yirmi yılda “tepki verdiğinize” inandığınız olayları ve konuları bir bir düşünün. Düşünün ve sonuçta hangi noktaya geldiğinizi de gözden kaçırmayın. Gözlerinizi kapayın, ama açık tutmanızın size hiçbir fayda sağlamayacağı hâller için olsun bu. Nedir o hâller diye bana soracaksanız nasıl bu yaşa geldiniz kuzum?
Bir kadının yirmi iki yerinden bıçaklandığı görüntüleri izlediğinizde içinizde büyüyen nefretin civarınızdakiler dışında çok bir muhatabı olmayacak maalesef. Ya da bir karakola saldırıldığında şehit olan askerlere üzüldüğünüzde ülkenin terörle politikası değişmeyeceği gibi varlık sebebi eylemlerinin sesini duyurmak olan kült terör yapılarına istediğini vermekten daha fazlasına sebep olmayacaksınız. Şehirlerde patlayan bombaları, haberleri izleyerek durduramazsınız. Kadınları ve hayvanları, onlara şiddet uygulanan videoları bir de alıntılayıp ‘kınayarak’ kurtaramazsınız. İzleyicisi olduğunuz şeylere, izlemekten fazlasını yapamazsınız. Maalesef ve ne yazık ki. Fakat yapabildiğiniz şeylerin olduğunu da unutmamalısınız. Şiddetin doğurduğu saldırganlığı artırabilir, yayabilir, genişletebilirsiniz. Memleketin iklimine bunu hâkim kılabilirsiniz. Ülkeyi yıllardır yönetmelerine rağmen sürekli iş bilmezlikle suçladığınız iradenin sosyal medya muhalefetini neden sevdiğini düşünebilirsiniz. Normalde duyarlılık sandığınız şeyin neden koskoca bir kayıtsızlığa dönüştüğünü bir çırpıda söyleyebilirim. Çünkü amigdala aşk ve saldırganlık sırasında aynı hareketliliği sergilerken tam karşısında nefret değil kayıtsızlık duruyor. Bambaşka bir yazının konusu bu, ancak saldırmak yerine sevmeyi öğretebiliriz beyinlerimize. Bunca tepkimize rağmen, olan bitene sonsuz kayıtsızlığımızın sebebi nedir diye düşünmemize de gerek kalmaz hem.
Sosyal medya sayesinde seçim mi kurtarmıştınız? Çalınan oylar mı yakalanmıştı? Ne büyük devrimdi değil mi, bir ara herkes nasıl da tüvit atıyordu. Dönüp bir zahmet gerimize, geçmişimize bakalım arkadaşlar. Belki de öfkesini sokaktan, telefon ve tabletine taşıyan, yan yana yaşadıklarını sevmekten kaçan bizlerin eseridir bu büyük resim. Belki de tüm o şiddet, korku, terör, sapkınlık videoları bilinçli yayılıyordur ekranlara. Kafamızı ekranlarımızdan kaldırabildiğimiz zaman gerçekte ne olduğunu görebiliriz muhtemelen. Çaresiz hissediyor, korkuyor, endişeleniyorsak bunu kim ister diye etraflıca bir düşünürüz. Hatta fena mı olur, belki biraz biraz okumaya da başlarız. Ama en önemlisi şiddeti, korkuyu, endişeyi ve saldırganlığı yayanlardan olmayız.
İşte bunu şiddetle tavsiye ediyorum.
- Ayarsız Dergi Mart 2024 sayısında yayımlanmıştır.
- ** Bahsedilen yazılar: Sistematik Aymazlık ve Sosyopat Medya ve A Sınıf Sosyalleşme