Konunun esasını algılamaya çalışırken kolaycılığımız sebebiyle elimizden kaçırdığımızı gösteren önemli kavramlar gibi algılamışımdır terimleri. Çoğu zaman özünü çıkartmak, ondan faydalanmak istediğimiz bir meseleyi de terimlerin doğurduğu tanımlarda boğup unutmuşuzdur. Edebiyatımızda da bunu çok sık görürüz. Metinlerin bizler için ifade ettiği anlamlar, oluşturdukları örüntüler; şekilleri, içerdikleri, çıkarsadıkları, dışladıkları üzerinden onları tanımlamışızdır. Edebî türler de böylece doğup kucağımıza bırakılmış, onları algılamak, anlamak adına okuduğumuz metni önce adlandırma ihtiyacı duymuşuzdur.
Edebiyat tarihinin geçmişine bakıldığında da şeklen metnin uzunluğuna göre değişen roman, kısa roman, novella, öykü, küçürek öykü hatta günümüzde mikro roman ve benzeri adlandırmaları, öykü-hikâye tanımı arasındaki tartışmaları, alt alta yazılmış her metnin şiir olup olamayacağını tartıştığımızı görebiliriz. Tıpkı, yazarken kullandığımız dili tanımladığı kadar sınırlandıran dilbilgisi-gramer kavramı gibi okuduğumuz metinleri de tanımladığımız kadar sınırlandırma gayretindeyizdir. Fakat, daha da ilginç bir husustur ki, edebi anlamda söz söyleme hakkına sahip görülen büyük isimlerin tanımları da günümüz yazınında parçalanabilmektedir. Türlerin birbirine karıştığı, bunun isteyerek veya farkında olmadan vücut bulduğu yapıtlar, dayatılmış tanımların kalıplarını kırıp, okurluk meşgalesine meftun olanlar için yeni heyecanlar doğurabilmektedir.
Bunca lafzı etmemin sebebi elbette yukarıda anlatmaya çalıştığım hususlarda okura ve hatta yazarlara sorular sorduracak bir kitaptan bahsedecek olmam. Muhammet Erdevir’in aslında 2016 yılında farklı bir yayınevinden yayınlanmış, benimse Mavi Gök Yayınları baskısından okuma fırsatı bulduğum Lav Denizindeki Ada adlı eseri ilk etapta sizlere aktardığım çoğu şeyi düşündürdü bana. Kitapta on dört öykü var, ancak tek tek öykülerin tahliliyle sizleri meşgul etmeyeceğim. Zira ilk hastalığımıza tutulup önce bir öykü kitabı olarak tanımlanan “Lav Denizindeki Ada”nın bu tanımı ne kadar karşıladığından bahsetmek istiyorum. Mevzu bahis tartışmamın konusu “Bunlar öykü müdür?” eleştirisi değil, “Bu yeni öykü de neyin nesi?” ekseninde olacak daha çok.
En dikkat çekici husus üslup elbette. Lâkin sözün söyleniş ve yazılıştaki kendine haslığının yanı sıra tanımları birbirine karıştırmanıza sebep olacak şairane aktarımdan bahsediyorum. Öyküleri okurken zihnimde hep şiir okurken yaptığım vurgulamalar kendisini gösterdi. Nefes aldığım yerler, birbirini takip eden cümlelerin kafiyesi ister istemez buna itti beni. Öyle ki bir şiir formatını geçip destan niteliğine varacak dizelerin, şiire has şekilden kurtarılıp nesre dönüştürülüp dönüştürülmediğini içten içe tartıştım. Kitabın giriş öyküsünde de varlığını hissetmekle birlikte onun dışında kalan öykülerin neredeyse tamamına yakınında uzun bir şiirin öyküleştirilmiş olduğu fikrine saplandım -ki tam tersi de geçerli.
Yazının girişindeki tanımlara dair tartışmaya girişmemin sebebi biraz da bu aslında. Çünkü Erdevir’in öykülerinde şairane üslup baskın olmakla birlikte yekten bu metinlerin şiirin nesre dönüştürülmüş olduğunu söyleyemeyiz. İlla ki tanımlamak gerekirse fonetik öykü diye adlandırmak mümkün olabilir.
Günümüze ulaşana dek tanımlayıp durduğumuz edebî metinlerin hepsinde bir aktarım yöntemi mevcut. Zaten onları belirli tanımlar altına hapsedebilmemizin sebeplerinden birisi de bu. Dizilim, uyak, redif gibi araçlarla hatta her mısraının aldığı şekille şiirin kendine has bir anlatımı vardır. Muhakkak şiirde de kurgu söz konusudur, ancak o önce söz söyleme sanatı olarak belirmiştir. Hatta şiire bu yetkeyi kazandıran şey, tarihin en eski yazılı metinlerinin ve dahi kutsal metinlerin de benzer yapıyı benimsemesi gerçeğidir. Diğer türlere nazaran daha dolaylı, alegorik hatta W. B. Yeats’in anlatımına hak verecek olursak ilahi yönü baskın metinlerdir. Öykü ve roman türlerinde ise kurmacanın, okuru A noktasından B noktasına getirmek üzere şekillendirildiği olaylar ağından oluşan bir yapı mevcuttur. Erdevir’in metinlerinde ise yekten yeni diyemesem de alışılagelmemiş yapısal bir durum söz konusu. Öykülerin ağırlığı şairane üsluba sahip. Bununla birlikte metinde bir kurgu olduğunu okura hissettirebilmek adına olay örgüsü üslubun üzerine işlenmiş. Genel, tanıdık, aşina olunan öyküde metni edebi hâle getirme hissi, tamamlanmış bir kurgunun üzerine giydirilecek bir elbise gibiyken, Erdevir’in tam tersini tercih ettiği görüşündeyim.
Bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum, zira on dört öykünün tamamında yazarın öncelikle önemsediği şey dilin akıcılığı olmuş. Hazır akıcılığa gelmişken de özellikle ahenkli bir şiir okuyormuş hissi veren öykülerin okuru sıkmadığını söylemeliyim. Arı, duru tertemiz bir dille akıyor metinler. Fakat akıcılığın arka planında okuru, kavrayamadığı bir şeyler olduğu duygusuna da sürüklüyor. Zira iyi şiirlerin çoğunda olduğu gibi metnin anlamına, özüne dair her şeyi ifşa edemediği endişesine kapılmanız kaçınılmaz. Alegorinin kudretini hissettiren şey de aslında eleştiriyormuş gibi gözüktüğüm şiirsel anlatımın ta kendisi. Fonetik öykü tanımının kapsamı da burada açılıyor. Yazarın şairlik dürtüsüyle kelimelerin ardı sıra okunmasıyla inşa ettiği bir öykü yapısıyla karşı karşıyayız zira. Bazı öykülerde özellikle kendisini gösteren yazarın tasavvuf edebiyatına meylettiği bölümler de ayrıca ilgi çekici. Kaldı ki öykülerinin çoğunda yol, yolculuk, idrak meseleleri ağırlığını hissettiriyor. Şiirselliğin anlatıcının iç sesi hâline dönüşmesi sebebiyle birkaç noktada öyküleri felç edebildiği anlar olsa da algılanması istenen ana fikre ve üsluba, olay örgüsünden çok daha fazla önem verildiğini göstermesi açısından da yoğun iç hesaplaşma bölümleri de bir gereklilik.
Kaldı ki anlatıcının hâlet-i ruhiyesi, özünde metnin ana fikrini kelimelerin ardında gizlemek yerine o kelimeleri okurun zihnine çakıyor. Böyle olunca da kurmaca açısından yarım kalmışlık hissi, metnin anlaşılması için birkaç kez okunması gerektiği hissiyle birleşip okurda bir çeşit anlam madenciliği yapma arzusu uyandırıyor. Sait Faik’e, Feridüddin Attar’a ve daha pek çok isme ve esere yapılan göndermelerin altında bir hazine yattığını düşünmemek epey zorlaşıyor. Fakat yazarın kelimelere aşinalığının, onları dört başı muhkem bir fonetik öyküye dönüştüren büyüklüğü birkaç öyküde olay örgüsünün daralmışlığını gizlemeye yetmediğini hissettiriyor.
Lav Denizindeki Ada’ya bütünüyle baktığımda, yukarıda da bahsettiğim gibi benzerine -en azından benim- daha önce rastlamadığım bir yenilik görüyorum. Erdevir’in son kitabının da bir şiir kitabı olmasından cesaretle yazarın şiir söylemenin büyüleyiciliğine daha çok meyilli olması sebebiyle, bu dürtünün öykü yazarken de kalemini ele geçirdiğini söyleyebilirim. Bilindik öykülere, birbirini tekrar eden, benzer teknik yapılardaki metinlere aşina okurlar açısından zorlayıcı bir deneyim olabileceğini göz ardı etmemek gerek. Fakat okurken ilk aklıma gelen şey Sümerli Ludingirra’nın şiirlerinin günümüzde dönüştüğü hâl oldu.
Bilmeyenler için Sümerliler dönemine ait edebî metinlerin sık mısra tekrarları içeren şiirler olduğunu ve hatta kutsal metinlerinin, mitlerinin de bundan nasiplendiği bilgisini aktarmam gerek. Sümerli Ludingirra’nın şiirleri İlmiye Çığ tarafından okurların ilgisini çekmek için nesre çevrilmiş. Şiir formunda baktığınızda, sık tekrarlı, şairin kendi cümlelerini tekrarladığı, yani bir nevi iç ses oluşturduğu kutsal metinler olan Sümer şiirleri, okurun anlaması için düz yazıya çevrildiğinde o büyüsünü kaybediyordu. Erdevir’in öykülerinde ise tam tersi oluyor. Onun anlatısını büyüleyici hatta aktarılmak istenen olayın çevresine örülmüş ilahi bir örümcek ağına çeviriyor. Dilinin efsunu metne yapışıp kalmanıza sebep oluyor ve fakat yazarın ağlarında başınıza ne geleceğini düşünen bir yem olduğunuzu fark ediyorsunuz. Tam da bu sebeple Lav Denizindeki Ada, gördüğünüz çoğu metinden farklı, içine düşeni avlayan şiirsel öykünün veya mutasavvıf bir anlatıcı tarafından öykülenmiş şiirin kucağında okuruna ilginç bir tecrübe vaat ediyor.
- Şiraze Dergisi Ocak-Şubat 2022 sayısında yayımlanmıştır.