Endişelenmeye mahal yok -ki kimsenin endişelendiğini de sanmıyorum. Ancak henüz benden kendilerinden biri yaratmayı başarabilmiş bir toplum henüz mevcut değil. Fakat hiçbir zaman benden de sizden biri yaratılmayacağının garantisi yok. “Sizden biri” siz de değilsiniz esasen. Toplumun geneline yöneltilmiş bir “siz” hitabı daha çok. Başlığı, bir şarkının içinde geçen sözlere istinaden attım.
Yavuz Çetin’in “Yaşamak İstemem” şarkısını dinlerken “Benden bir ruhsuz, bir uyumsuz yaratmayı nasıl başardınız” sözleri üzerine düşünüyordum. Her ne kadar bireyin dönüştüğü şey için başkalarını suçlaması ayrı bir nevrozla açıklanabilirse de çoğunlukla kolektif bir yaratımın sonucu olabileceğimiz gerçeğini atlıyoruz. İçinde bulunduğumuz toplum bizi direncimize rağmen şekillendiriyor, değiştiriyor, tekrar yaratıyor. Bu etkiye öyle dilediğimizce karşı koyamıyoruz. Karşı durduğunu iddia eden de bu etkiyle yalnızlaşmış oluyor belki de. Çoğunlukla Yavuz Çetin gibi soracak takatimiz bile kalmıyor. Nasıl başardıklarını bulamadıkça bizi hayatta tutan o daemonik arzuyu da kaybediyoruz.
Daemonik ne peki? “İnsan şahsiyetinin tümünü bir dalga gibi kaplama potansiyeli taşıyan herhangi bir tabii eğilimdir” diyen Şerif Mardin iktidar hırsı, kızgınlığın yakıcılığı ve benzeri unsurları insanın uzantısı sayar. Ancak bununla kalmayarak, toplumumuzda bir daemonik olmadığını, bu sebeple de Türk aydınının dedikodu yazarlığı yaptığını söyler. Toplumun dönüştürücülük kudretine bakarsak, bizde daemonik arzu yok diyerek kestirip atabiliriz. Lâkin toplumda bir şeyin var olmamasıyla, var olup da onu baskılaması arasındaki farkı anlamak önemlidir. Özellikle kestirme hükümlerin önüne geçebilmek için şarttır da.
Daemonik, kelime anlamı itibariyle şeytani yönü de vurgulasa da aslında insanı harekete geçirebilecek dürtüsel bir durumdur. May’in bu kavramla ilgili ısrarla üzerinde durduğu mesele, Eros’un yok oluşu fikri etrafında şekillenmiştir. Çoğunlukla erotizmi zihnimize kalıp yargılarla sığınmış seksüel fikirlerle eşleştiririz. Oysa Batı felsefesinin en önemli kavramlarından birisi Eros’tur.
Eski Yunan’da Eros’un ilk yaratıcı tanrı olması, hatta yetmezmiş gibi topraktan yarattığı insanın kulağına ruh üflemesi gibi nüanslarla benzerlik gösteren dini yaratım metinlerimiz arasındaki paralelliği düşündüğümüzde, doğu batı ayırmadan yaşama sevinci, yaşam arzusu ve bu doğrultuda hareket etme gibi erekleri erotizmin içerisinde algılamak mecburiyeti hasıl oluyor. Aslında erotizm dediğimiz şey de insanın kendisini hayatta hissetmesi, yaşama arzusunu canlı ve diri tutmasıyla doğrudan alakalı. Erotizm ve daemonik dediğimiz şey içerisinde üreme ve üretme arzusunu da içeren unsurlar olup, şeytaniliği biraz da buradan gelmektedir. Aşk, daemoniğin ve erotizmin sonucudur. Fark etmek istemesek de yeni bir var oluş durumu yaratırızı. Hakeza sanat da öyle.
Evet, Şerif Mardin bizde daemonik olmadığını söyler, ama bu aşkın bir yorumdur. Bizlerin daemonik arzusu var. Sadece diğer ülkelerde yaratım olarak kendisini gösteren bu güç, bizim gibi doğu ve batı arasında ne olacağına karar verememiş bir toplumda çok nadiren yaratım, ama ekseriyetle yıkım olarak ortaya çıkıyor. Yani Türk daemoniğinin dinamikleri yok etmek üzerine kurulu. Yaratımla ilgili söylenebilecek en doğru tespitlerden biri, insana has bu ikincil yaratımın ya bir şey ortaya çıkartarak ya da ortaya çıkarılmışı yok ederek kendisini göstermesidir. Hakeza evrenin kendisi de ortaya çıkışıyla birlikte bütün bu yıldızları, nebulaları, gezegenleri, galaksileri yutmak üzere yıkıcı olağanüstü büyük bir kara deliği daha yaratımın başında ortaya çıkarmıştır. Kabul etmeliyiz ki yıkmak da bir yaratma, üretme eylemidir.
Yıkarak yaratmayı en çok da çocuklar da görürüz. Oyuncaklarıyla bir şeyler inşa eden bir çocuk için onu yıkmak, ayrı bir eğlence, keyif ve keşif meselesidir. Veya kendi şahsi, kurumsal ilişkilerimizi de düşünerek yorumlayabiliriz. Yeni bir ilişki için eskisini yıkmamız gerekir. Yeni bir iş bulabilmek için eskisinden ayrılmamız ve oraya verdiğimiz emeği yıkmamız gerekir. Yeni bir hayat için eskisini yıkıp geçmemiz gerekir.
Bazen ne kadar mücadele ederseniz edin, sorunun mücadele etmekle ilgili olmadığını kavrayamazsınız. Sorun dışarıda, içeride, kendi içinizde veya başkalarında değildir çünkü. Sorun yoktur. Sorun sizsinizdir. Kendinizi değiştirmekten korkmanız, koltuklarınızı, maaşlarınızı hatta endişelerinizi, korkularınızı benimsemiş olmanız sorundur. Fakat en son noktaya geldiğinizde, yine mücadele etmekten başka çözüm bulamazsınız. Sanki her şeyi doğru, adil, güzel, hakkaniyetli yaparsanız her şey kendiliğinden yoluna girecek diye düşünürsünüz. Girmez, girmeyecek. Çünkü söyledik, yaratımın kökünde aynı zamanda yıkım da vardır.
Bir sanatçı olamıyorsanız, bir şey üretemiyorsanız, insanların hayatları üzerinde yıkıcı etkileri olan birine dönüşürsünüz. Yaratmıyorsanız, yıkıp geçmekten başka çareniz kalmaz. Bir insanın yıkamadığı ya da yaratamadığı yerde geriye kalan tek ihtimal, kendisini yıkıp geçmesidir. Yavuz Çetin’in veya onun gibi pek çok sanatçının ya da insanın kendi hayatlarına son verme kararlarının arkasında yatan şey belki de budur. Bir başkasını yıkamayacak kadar nahif, yeniden yaratamayacak kadar yorgun olmak.
İşte şimdi, adaletsizliğin, hukuksuzluğun, yangınların, çaresizliğin, insanların sizlere dayattığı her şeyin ortasında “ruhsuz, uyumsuz,” bireyler olup çıkıverirsiniz. Artık ne protesto sizler için bir anlama sahiptir ne de isyan etmek. Yaşamayı istememek biraz da bundandır. Aradan geçen on yılların hiçbir şeyi değiştiremeyişi nedendir? Onu ben de bilmiyorum. Bilsem de söylemezdim zaten. Niye söyleyeyim ki? Bu hale gelmemizin suçlusu yıkmayı öğrenemediğimiz için ne kadar bizsek, bizden bu insanları yaratan sistem de o kadar suçlu. Bana dokunmayan yılan, muhakkak yanımdakine dokunsun diyen de suçlu. Çalıyor ama çalışıyor diyenler de suçlu. Aslında suçluların hepsi dışarıda galiba. Mahkum olanların çoğu gerçekten masum olabilir.
Sistemin içinde boğulan, sistemin dışına itilip orada çaresiz kalan, artık ne için, kimin için, hangi ulvi amaç uğruna yaratması, üretmesi gerektiğini bilemeyen insanlara dönüşüyoruz. Emeklerimiz yok sayılıyor, çalışmamız hakir görülüyor, konuşmamız suç sayılıyor, aşık olsak olamıyoruz, eser sunalım desek bitirecek kadar hayatta kalamıyoruz, hasbelkader eser sunsak birileri bilmem kimin ideolojisi, falancanın hassasiyeti, filancaların duygularını bahane ederek yapılmış ne varsa yıkmaya çalışıyor. Hadi onlar gibi olalım, biz de yıkıp geçelim işte diyoruz, onu da beceremiyoruz. Belki de bu dünyada, bu ülkede bizlere gerçekten yer yok.
Tevekkeli boşuna değil, bizden ruhsuz ve uyumsuz yaratanların arasında;
“Yaşamak İstemiyoruz.”