Aslında yazının başlığına bakıldığında dahi çok ironik bir durumla karşı karşıyayız. Dünya medeniyetleri arasında –bize öğretilenin aksine- en eski tarihi kökene sahip olan, M.Ö. 14.000 tarihli Türk Medeniyetini sahiplenen bu topraklarda nasıl olur da bu kadar kıt kanaat tarihi film çekilir? Bu soru gerçekten incelenmesi ve aydınlatılması gereken bir husustur. Eğer tarihi film sınıflandırmasına Cüneyt Arkın, Kartal Tibet damgalı tek kişilik gösteri filmlerini dâhil edip, Türk sinemasında çok sayıda tarihi film var diyorsanız, yazının buradan sonraki kısmını okumasanız da olur. Çünkü niyet olarak epey tarihi gözükse de, bu tarz filmler Türk seyircisinin zihninde gülünç hatıralar bırakmış, bununla da kalmayıp metodik bir tarihi filmde illa ki olması gereken görsel anlatım gücü, gerçekçilik ve objektif bakış açısına hiç sahip olmamıştır.
Özellikle tarihi filmlerin çekildiği dönemde sinemamızda, tarihi perspektif yerini başrol oyuncusunun canlandırdığı kahramanın harikuladeliğine bırakmış ve ortaya çıkan eserde bize gerçekçilik dışı süper kahramanlar izletilmiştir. Örneğin; Kendini şehir kapısına bağlayan Battal Gazi, 25 yıl Müslümanlıktan bihaber oğlunun, babası Battal’ın kılıcını Excalibur efsanesine yaptığı sığ göndermeyle birden kelime-i şahadet getirip yerinden çıkartması; bir sur boyu zıplama, hatta düşman askerlerinin kafasına basarak ilerleme gibi enteresan süper yetenekleri olan Malkoçoğlu, Yanardağın lavlarında yüzerek kendi kemiklerini kaynatmayı başaran Tarkan bu harikuladeliklerden bir kaçı olarak hafızama kazınmış durumda.
Denilebilir ki, Tarkan bir çizgi-roman kahramanıdır, harikuladeliği bu sebeple normaldir. Her ne kadar Tarkan bir çizgi-roman kahramanı olsa da, bir süper kahraman değildir ve hikayesin de Türk tarihinden bir dönemi anlatmaktadır. Bu sebeple objektif bakış açısı sağlayamasanız da gerçekçiliğin varlığı elzemdir. Mesela ben Malkoçoğlu ve Battal Gazi’nin yiğit ve cesur olmakla birlikte insan olduklarını da hatırlamak isterdim. Abartılı savaş sahneleri yerine, örneğin bir Cesur Yürek ve hatta mitolojik bir destanı işlemesine rağmen bizim filmlerimize nazaran daha gerçekçi savaş sahneleri olan Truva filmlerindeki gibi savaşın yıkım ve kırıcılığını hissettiren sahneler görmek isterdim. Bu tip bir dönemi atlatmakla beraber yeni dönem sinemanın Türk tarihine yabancı davranması, 12 Eylül’den geriye geçememe saplantısı ve hatta kendi Cumhuriyet tarihini bile sinemasına yansıtmakta başarısız kalması önceki durumdan çok daha acıdır. Zira görsel kurgu açısından yoktan bir uzay şehri yaratacak kalite ve tekniğe, üstelik bu kadar bol tarihi materyale sahipken adam akıllı bir tarihi film çekememek sinema açısından büyük kayıptır.
Gözünüzde canlandırın; Alparslan’ın 65.000 kişilik ordusuyla Malazgirt ovasına inerken karşısında 200.000 kişilik ordusuyla Bizans imparatoru Diogenes’i gördüğünü hayal edin. Mete Han’ın Çin Seddi’ni aştığı kasvetli bir Orta Asya gecesini, Orhun Abideleri dikilirken başında bekleyen Bilge Tonyukuk’u gözünüzün önüne getirin. Olur ya fantastik kurgunun gerçek olduğu bir an istersiniz, Fatih’in gemileri karanın üzerinden boğaza yürütüşünü, Ulubatlı Hasan’ın yediği onlarca oka rağmen sancağı tutuşunu ya da Seyit Ali’nin Çanakkale’de sırtına 250 okkalık top mermisini alışını gözlerinizin önüne getirin. İzlediğimiz onca vasat Hollywood filminin yanında, gerçekçi, yalın, objektif bir anlatımla ve görsel şahanelikle tarihimizin bu parçalarını hayal edin. Bunu gerçekleştirmek sinemamız açısından bu kadar zor mu? Bence değil; ama biz gölde yüzerken boğulmamak için uğraşmaya devam ettikçe, bu okyanusa hiç açılamayız, onu bilmek lazım.

*Son paragraf 2012 yılında dahil edilmiş olup, bu paragrafın haricindeki bölüm 2009 Yılında bugün yayında olmayan Sinemalife.com e-dergisinde “Sinemahzen” adlı köşemde yayınlanmıştır.